FABRIKACO KİTAPLIĞI #9
Kütüphane sabahın sessizliğini içinde tutuyor. Taş duvarlar arasında yankılanan ayak sesleri, sadece birinin yürüyüşünü değil, zamana doğru ilerleyen bir hafızayı da taşıyor. Mimar, raflar arasında dolanırken yalnızca kitapların değil, geçmişin katmanlarını da araladığını hissediyor. Her cilt, bir dönemin tanığı. Her sayfa, bir zaman diliminin izini taşıyor.

Tozlu rafların birinde, yıpranmış bir kitabın sırtına dokunuyor: “Kent Arkeolojisi ve Mimari Bellek.” Kitabı usulca alıp yanındaki ahşap masaya oturuyor. Cilt yorgun, ama içerik canlı. Sayfaları çevirdikçe, sadece teorik bilgi değil, neredeyse bir zaman yolculuğu başlıyor zihninde.
“Şehirler yalnızca yukarıya değil, aşağıya da büyür.” Bu cümle bir çapa gibi takılıyor aklına. Gözlerini kitaptan kaldırıp kütüphanenin yüksek tavanına bakıyor. Tavanın sıvalarında, zamanın bıraktığı çatlaklar var. Yukarı doğru uzanan o çatlak çizgiler, aşağıya, kentin görünmeyen katmanlarına giden bir yol gibi sanki.

İstanbul’un Derinlikleri
İstanbul’u düşünüyor. Şehri yalnızca bir harita gibi okumuyor; onu bir metin gibi deşifre ediyor. Çünkü İstanbul sadece bir coğrafya değil, bir hafıza kütlesi. Her sokak bir çağrışım; her meydan bir dönemin sahnesi. Ama bu sahneler yalnızca yatay düzlemde değil, derinlikte saklı. Şehrin altına indikçe başka bir zamanla karşılaşıyorsunuz. Bir apartmanın temelinde Roma duvarı, bir istinat yapısının arkasında Bizans sütunu… Bunlar yalnızca fiziksel kalıntılar değil; bastığımız toprağın altındaki sessiz tanıklar.

Kadın, zihninde bir sokağın taşlarını kaldırıyor. Altından çıkan mozaiği görüyor; renkleri solmuş ama hâlâ anlatıyor. Bir başka sahne beliriyor sonra: arkeolojik kazıyla açığa çıkan antik bir hamam, üstü camla kapatılmış ama çoğu insanın farkında bile olmadığı bir yerde. Bu da mimarlığın bir hâli belki: görünmeyeni görünür kılmak, unutulanı hatırlatmak.
“Katmanlar aynı zamanda unutmanın da haritasıdır,” diyor kitapta bir başka satır. Kadın bunu içten içe biliyor. Çünkü her yeni yapı, eskisinin üstünü örterken bir tür hafıza kaybı da yaratıyor. Ama bu, gerçek bir yok oluş değil. Zaman, toprağın birkaç metre altında yaşamaya devam ediyor. O katmanlar, sessiz ama direngen birer arşiv gibi.
Yalnızca tarihsel değil, politik de bu derinlik. Hangi yapıların korunacağı, hangilerinin görünmez kılınacağı birer tercih. Her kazı çalışması, her imar kararı birer editoryal müdahale gibi. Geçmişi düzenleme, hatta yeniden yazma çabası. Mimarlık burada sadece teknik değil, etik bir alan hâline geliyor.
Kazmak…
Kütüphanede dolaşırken, karşısına çıkan bir başka kitapta bir cümle dikkatini çekiyor:
“Kazmak, hem fiziksel hem düşünsel bir eylemdir.”
Kazmak; yalnızca toprakta değil, zihinde de yapılan bir iş. Hafızanın, duyguların, kültürün katmanlarına ulaşmak için derine inmek gerek. Ve derine indikçe yalnızca taşlar ya da tuğlalar değil; sesler, kokular, alışkanlıklar da bulunuyor. Bir duvar, zamanla hem Bizans tuğlası hem Osmanlı sıvası hem de modern beton taşıyabilir. Bu çoğulluk, kent kimliğinin en hakiki biçimi.

Kadın, kütüphanenin en arka salonuna geçiyor. Günün ilk ışıkları pencere pervazından içeri sızıyor. Toz parçacıkları havada asılı duruyor. Işıkta dans eden her tanecik, bir zamanın kalıntısı gibi. Belki bir yapıdan kopmuş, belki bir duvarın kıyısından savrulmuş. Bu parçacıkların her biri, kent belleğinin minik taşıyıcıları.
Aynalı kapıya doğru yönelirken kendi yansımasına bakıyor. Artık mimarlığı sadece çizimlerle, planlarla değil; izlerle, boşluklarla, katmanlarla da kurduğunu biliyor. O aynada artık sadece bir mimar değil; bir okur, bir tanık, bir hafıza işçisi var.
Ve içinden geçen o cümle, bir kez daha yankılanıyor:
“Katman katman kent, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de haritasıdır.”