FABRIKACO KİTAPLIĞI #8
Sabahın erken saatleri. Şehir henüz uyanmamış. İstanbul’un kıyısında kalmış, zamanı unutturmuş bir semtte, eski bir üniversite kütüphanesinde ayak sesleri taş döşemelerde yankılanıyor. Hava soğuk ve nemli; rüzgâr, taş duvarların dışına çarpıp içeriye ulaşamıyor. İçerisi loş, ağır bir sessizlik var. Fakat bu sessizlik cansız değil. Aksine, geçmişin yankılarını içinde saklayan bir tül gibi mekâna sinmiş. Burada her şey, sanki biraz daha yavaş yaşanıyor.
Kadın, kütüphanenin arka koridorlarında ağır adımlarla ilerliyor. Rafların arasında yürüdükçe, zamanın düz çizgisel akışının dışında bir yere düşmüş gibi hissediyor. Her raf bir belleğin uzantısı; her kitap sessiz bir tanık. Tozlu ciltler, parmak uçlarına sinen zamanla konuşur gibi. Taş duvarlar, dış dünyadan gelen tüm sesleri yutmuş. Sadece kalp atışını ve döndüğü sayfaların hışırtısını duyabiliyor. Sanki duvarlar bile bir şeyleri hatırlıyor; suskun ama unutmuş değiller.

Boşluk ve Hafıza
Mimarlık kitaplarının olduğu bölümde eli, kalın ve yıpranmış bir cilde takılıyor: “Boşluk ve Hafıza Arasında Mimarlık.” Kitabı raftan çekerken bir toz bulutu yükseliyor; geçmişe ait bir anı gibi, birdenbire ortaya çıkan, sonra tekrar sessizliğe karışan. Cildin içinden sararmış bir not kâğıdı yere düşüyor. Kâğıtta yalnızca bir cümle yazılı:
“Her kapı, bir kez açılmış olmanın hatırasını taşır.”
O bir mimar. Ama bugün çizim yapmıyor. Bugün hatırlıyor. Zihninde eski yapılar canlanıyor. Çocuk seslerinin yankılandığı, şimdi ise sessizliğe terk edilmiş bir okul binası. Pencereleri kapanmış, sıvaları dökülmüş. Ama onun gözünde hâlâ yaşayan bir yer orası. Çünkü mimarlık yalnızca inşa etmek değil; hatırlamaktır da.

Kitabın ilerleyen sayfalarında bir başka cümle dikkatini çekiyor:
“Terk edilmiş yapılar, mimarlığın unutulmuş cümleleridir. Ama bazı cümleler, fısıltıyla da konuşur.”
Bu satırlar, içindeki bir şeyleri harekete geçiriyor. Çünkü o, sadece yapıları değil, yapılarla birlikte kaybolmuş zamanları da okuyabiliyor. Kütüphanede dolaşırken başka kitaplar da eline alıyor. Eski bir karakolun planları, yıllar önce çizilmiş bir hanın giriş detayları, kırık dökük merdivenleri tarif eden eskizler… Her çizgi bir iz bırakmış, her plan bir yaşamın parçası olmuş.

Yapı ve Yıkım
Anıları geri dönüyor. Üniversite yıllarında staj yaptığı taş yapı, koridorlarına sinmiş kahve kokusu, duvarlarda yankılanan profesörünün yumuşak sesi… “Boşluk” kavramını anlatıyordu bir derste: “Boşluk, sadece yokluk değil; doluluğun çağrısıdır.” O yapı artık kullanılmıyor, belki yıkılmak üzere. Ama onun zihninde hâlâ ayakta. Her tuğlası bir anı.

Kütüphane penceresinden süzülen gün batımı ışığı, kitapların tozlu sırtlarına vuruyor. O ışığın içinde uçuşan toz taneleri, zamanın görünür hâli gibi. Belki de her tanecik bir hikâyeye ait; bir duvarın çatlağından düşmüş, bir kapının eşiğinden geçmiştir. Mimar, artık yalnızca bir tasarımcı değil, aynı zamanda bir okuyucu, bir arşivci, bir tanık. Bu toz tanelerini, bu hatıraları toplamaya kararlı.

Aynalı kapıya yöneliyor tekrar. Kendi yansımasına bakıyor. Aynadaki siluet, zamanın ötesinden bakıyor sanki. Gözlerinde bir yorgunluk değil, bir tanıklık var. Belki de mimarlığın asıl görevi, yeni kapılar açmak değil; eski kapıların hiçbir zaman tamamen kapanmadığını fark ettirmektir.
Ve o an, kendi iç sesiyle fısıldıyor:
“Yapılar terk edilebilir, ama hatırlanan hiçbir yapı tamamen yıkılmaz.”