İstanbul’dan bir şantiye sabahı. İşçiler betonu döküyor, vinçler göğe doğru yükseliyor. Her şey sistemli ve olağan. Ama yere düşen kırık bir seramik parçası ya da inşaat sonrası terk edilmiş kalas, başka bir hikâyeyi anlatıyor: Yalnızca yükselen yapılar değil, beraberinde büyüyen bir sorun var: yapısal atıklar.
Her yıl milyonlarca ton atık inşaatlardan çıkıyor. Ve çoğu zaman bu atıklar nereye gitti, ne oldu diye pek azımız düşünüyoruz. Bu atıkların hacimleri büyük, içerdikleri malzemeler karmaşık ve doğaya verdikleri zarar göz ardı edilemeyecek boyutta.

Şantiyeden Doğaya Açılan Yol
Beton, metal, ahşap, seramik, plastik… Hepsi bir binanın hikâyesini oluştururken aynı zamanda onun gölgesinde kalan sessiz kalıntıları da oluşturuyor. Gelişmiş ülkelerde bu atıkların toplam atık içerisindeki oranı yüzde 30 ila yüzde 70 arasında değişiyor. Örneğin İspanya’da bu oran yüzde 70’e kadar çıkabiliyor. Türkiye’de ise bu konuda farkındalık daha yolun başında.
Üstelik bu atıklar yalnızca yığınlarca beton anlamına gelmiyor. Aralarında asbest, solvent, boya gibi sağlığa zararlı maddeler de bulunabiliyor. Kontrolsüz biçimde doğaya bırakıldıklarında yeraltı sularını kirletiyor, toprağın yapısını değiştiriyor, doğal yaşam alanlarını yok ediyor.

Sorunun Başladığı Yer
Belki de bu hikâyeyi tersine çevirmek, şantiye alanından değil, mimarın bilgisayar ekranından başlıyor. “Tasarım aşaması” olarak adlandırılan bu ilk adımda yapılacak tercihler, sonraki tüm süreci etkileyebiliyor.
Cam, beton, ahşap… Her malzemenin bir yolculuğu var. Mimarlar bu yolculuğu planlarken, o malzemenin bir gün çöp olup olmayacağına da karar veriyorlar. Geri dönüştürülebilir mi? Tekrar kullanılabilir mi? Yerel mi, dayanıklı mı, onarılabilir mi?
Tasarımların yapısal atık oluşumunu göz önüne aldığı pek söylenemez. Ancak yapısal atıkların en çok üretim aşamasında oluştuğu düşünülüyor. Bu, önemli bir çelişki. Çünkü uluslararası veriler, inşaat atıklarının yaklaşık üçte birinin doğrudan tasarım sürecindeki hatalardan kaynaklandığını gösteriyor.

Tasarımcının Rolü
Yapılan çalışmalara göre tasarımcıların yarısı, yapılarında geri dönüştürülebilecek malzemelere öncelik veriyor. Yüzde 64’ü ise şantiyede oluşacak atıkların tasarımla kontrol edilebileceğine inanıyor. Ancak yine de birçok tasarımcı, “atık yönetimi” sorumluluğunu üstlenmediğini söylüyor.
Bu durum aslında, mimarlık mesleğinin çevresel sorumlulukla ilişkisini tartışmaya açıyor. Tasarımın ilk çizgisi yalnızca yapının değil, o yapının doğaya bırakacağı izin de başlangıç noktası olabilir mi?

Hayal Etmekten Vazgeçmeyenler
Bazı mimarlar için bu sorunun yanıtı net. Onlar, ikinci el malzeme pazarının gelişmesini, geri dönüştürülmüş yapı elemanlarının yaygınlaşmasını bir zorunluluk olarak görüyor. Dahası, geri dönüşümün yalnızca çevre değil, ekonomi açısından da bir istihdam alanı yaratabileceğine inanıyorlar.
Bu noktada, toplumun bilinçlendirilmesi gerektiği de ortak bir görüş. Atıkların kaynağında ayrıştırılması, şantiyelerde malzeme israfının önlenmesi, eğitimlerin yaygınlaştırılması ve tasarıma entegre edilmiş bir atık yönetim planı…

Yıkmak Yerine Onarmak
Yapısal atık yönetiminin üç temel ayağı var: Atığı en baştan önlemek, geri kazanmak ve geri kalan kısmı uygun şekilde depolamak. Ama belki de en önemlisi, yapıyı baştan öyle tasarlamak ki yenilemeye açık olsun; yıllar sonra bile dönüştürülebilsin.
Bu da demek oluyor ki, bir bina yalnızca ne kadar güzel olduğuyla değil, ne kadar az iz bıraktığıyla da değerlendirilmeli. Çünkü tasarımın gerçek gücü, arkada bıraktığımız boşluklarda gizli olabilir.
Kaynakça:
1. Çevre ve Orman Bakanlığı (2004). Hafriyat Toprağı, İnşaat ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği.
2. Avrupa Birliği (EU). Construction and Demolition Waste Management Protocol (2016).
3. TÜBİTAK, T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (2020). Türkiye Yapı Sektörü Atık Yönetimi Raporu.
4. Ajayi, S. O., Oyedele, L. O., et al. (2015). Minimising waste through design: perspectives from the UK construction industry. Resources, Conservation and Recycling, 93, 1–23.