FABRIKACO KİTAPLIĞI #7
Güneş, mekânın gizli çizeridir. Işığın izinde yürürken, gölgeler zamanın ve mekânın ortak dilini konuşur. Antik çağlarda güneş saatleriyle başlayan bu ilişki, günümüzde modern cephe tasarımlarına kadar uzanır. Mimarlık, gölgelerle birlikte çalışır; çünkü gölge, formun görünmeyen sınırıdır. Ortaçağ kiliselerinin vitray pencerelerinden süzülen ışık, içerideki kutsallığı pekiştirir. Gölge burada sadece fiziksel değil, metafizik bir anlam da taşır. Barok yapılarda ışık-gölge oyunu, dramatik bir anlatı oluşturur. Her detay, belirli bir ışık açısına göre tasarlanır. Modern mimarlıkta ise gölge, formun belirleyicisi olarak karşımıza çıkar.

Tozlu Anılar
Anlatıcının kütüphanesi, kendi zihninin mimarisini simgeliyor. Rafların arasında dolanırken sadece kitapların sırtlarını değil, eski eskiz defterlerini, kıyıya iliştirilmiş kartpostalları, kimi zaman da zamanında altını çizdiği ama sonra unuttuğu cümleleri buluyor. Rafların tozunu silerken eline yeniden geçen o üç kitap, kütüphanesinin gölgede kalmış bir köşesinden anlatıcıya başka bir mekân, başka bir zaman ve başka bir anlatı kurulmasına yol açıyor.

İlki, Aykut Köksal’ın Bu Mekân Artık Bu Yer Değil adlı kitabı. Sararmış kenarları, uzun notlarla dolu kenar boşluklarıyla ona öğrencilik yıllarının heyecanını hatırlatıyor. Modernizmin zaman-mekân sorununa dair titizlikle örülmüş her satırı, sanki çizdiği bir planın ardındaki düşünsel çatıyı görünür kılıyor. Onun bakışla kurduğu “mekân” ve “yer” ayrımı, mimari temsilin düşünülür dünyadaki izdüşümünü oluşturuyor. Mekân, bir boşluk değil; zamanla örülü bir bellek özelliği taşıyor.

“Ve…”
Hemen yan rafında, Mario Perniola’nın Sanat ve Gölgesi kitabı çıkıyor karşısına. Artık baskısı yok, çevirisi zor bulunuyor. Kitabı açıyor, bir köşesine Andy Warhol’un “Shadow” serisinden bir reprodüksiyon sıkıştırıyor. Perniola’ya göre sanatın gölgesi, ne aura gibi yüceltilmiş bir iz, ne de popülerleştirilmiş bir kopyadır. O, eserin yanında duran, ama ona ait olmayan bir “ve”dir. “Ve”… Ne kadar güçlü bir bağlaç! O sabah bu “ve”, anlatıcıyı derinden sarsıyor. Çünkü bir mimar olarak yıllarca mekânın kendisini tarif ederken gölgesini hiç düşünmemişti. Gölge, mimarlığın yanındaki “ve” idi. Çerçeveleyen ama içine girmeyen, belirleyen ama dayatmayan…

Üçüncü metin, bir süre önce yazmaya başladığı ama hâlâ tamamlayamadığı bir denemenin ilk satırlarıydı: “Gölgenin Haritası.” O yazıya bir zamanlar şöyle başlamıştı:“Güneş, mekânın gizli çizeridir.”Bir kadın mimarın kentteki sabah yürüyüşlerinden doğmuş bir cümle bu. Gölgeye takılan bakışları, kent dokusunun sessiz anlatıcısıydı. Sonra fark etti ki, bu gölgeler sadece fiziksel değildi. Tarihin gölgesi, temsilin gölgesi, cinsiyetin gölgesi… Hepsi mekânla birlikte biçimleniyor, ama mekânla birlikte konuşmuyordu.

Refakatçiler
O gün, masasına bu üç kitabı koyup yeniden okumaya başladı. Ve yavaşça bir anlatı dokusu örüldü. Gölge, artık sadece fiziksel bir biçimin izdüşümü değil, düşüncenin izi olmuştu. Köksal’ın Kantçı çerçevesinde mekân artık bir yer değil; bir temsil alanıydı. Perniola’nın gölgeleri ise, sanat eserinin görünmeyen refakatçileri. Onlar ne tam içeride ne de dışarıda, ama her zaman orada.
Kendi çizimlerine baktı sonra. Güneş kırıcılarıyla biçimlenen cepheler, saatine göre değişen avlular, gölgeleri izleyerek kurduğu dolaşım aksları…

Fark etti ki, mimarlık hep gölgeyle konuşmuştu. Çünkü mekânlar ışıkla biçimleniyor, ama gölgeyle anlam kazanıyordu.Ve, kitaplar arasında gezintiye devam ederken fark etti ki, kütüphanesindeki bu gölge sadece düşünsel değil; mimar kimliğinin de bir yansıması. Kadın olarak, mimar olarak, bir kent sakini olarak… Hep bir gölgede yürümüştü…