Fabrikaco Kitaplığı #5
Kadın mimar, kütüphanenin en kuytu rafında bulduğu bu defteri uzun uzun inceler. Her kelime, her çizim, bir başka elin, bir başka zihnin, bir başka arzunun izidir. Sayfaların arasında gezinen parmak, başkasının zamanına dokunur. Sanki Ball’un maskelerinden biri sayfanın arasından çıkacak gibidir. Görünmeyen bir bakış, defterin içinden kadını süzer.

Tozlu rafların arasında bir kitap açılır. Sayfaları sararmış, cildi eskimiş; sanki yıllar boyunca başka ellerin hayalleriyle karışmış bir bellektir bu kitap. İçinden bir not düşer: “Bu satırları okuduğunda seni tanımıyor olacağım. Ama senin de bu satırları okuyacağını hissediyorum.”
Bu cümleyle zaman bükülür. Şimdi bir yapı değil, bir yankı başlar. Breton’un rüyalarla ördüğü Paris gibi, bu defter de kendi bilinçdışının labirentine dönüşür. Her iz, bir taş gibi yerleşir bu görünmez yapıya.
Kütüphane sessizdir ama çok seslidir. Ernst’in kolajları gibi birbirine uymayan sesler, parçalanmış zamanlardan, eksilmiş kimliklerden gelen yankılarla örülür. Her raf bir zaman katmanı, her kitap bir yapı parçasıdır. Ve mimar da artık çizgiler çizen biri değil, izlerin haritasını çıkaran bir arkeologdur.

Bir cümle zihninde yankılanır: “Yapının dışı değiştirilebilir. Ama içinde duyulan yankılar zamanla katılaşır.” Bu cümle, mekânın sınırlarını çatlatır. Artık duvarlar taştan değil; duygulardan, imgelerden, arzudan yapılır. Bu, Kiesler’in Sonsuz Evi’dir. Bu, deftere sıkışmış bir mimarlık tarihidir; adı olmayanların, unutulanların, kaybolmuşların mimarlığıdır.
Zamansızlık Bir İnşa Biçimidir
Mimarlık tarihi büyük isimlerle yazılır. Ama isimsizler de vardır. Kimi zaman bir taş ustası, bir kemeri taşıyan kadın işçi, bir planı çizen ama adı kayda geçmeyen genç biri. Onların isimleri yoktur ama izleri vardır. Ve her iz, tarihin gövdesine açılan bir yarıktır.

Bataille’ın formları yıkan metinleri gibi bu izler de düzeni bozar. Ama her bozulma, yeni bir yapının başlangıcıdır. Kadın mimar başka bir not bulur: “Bu çizimi senin için sakladım. Belki bir gün bulursun.”
Bu not bir çağrıdır. Dalí’nin “Yenilesi Mimarlık” düşü gibi: Katı olmayan, içten gelen, arzuyla biçimlenen, akışkan bir yapı. Tıpkı bir dikiş makinesiyle bir şemsiyenin teşrih masasında karşılaşması gibi. Ve şimdi, bu karşılaşma defterin sayfasında gerçekleşmektedir.
Parçalanan Zaman, Dönüşen Mekân
Kabare Voltaire’de simültane şiir okunur: üç ses, üç dil, üç bilinç. Kadın mimar defteri okurken bir anda bu sesi duyar. Ball’un maskesiyle sahneye çıkan sesi olur bu şiir. Tzara’nın sözcüksüz evreni deftere yayılır. Zaman parçalanır. Yapı çözülür. Yeni bir şey başlar: Adı olmayan bir mimarlık.
Kadın defteri kapatır. Ama onun içinde bir yapı açılmıştır artık. Dışarıdan görünmeyen ama içeriden büyüyen bir yapı. Taştan değil; duyudan, arzudan, izden yapılmış bir yapı.

Kendi defterine yazar: “Her yapı sadece taştan değil, iz bırakan fikirlerden yapılır.”
Bu artık mimarlık değil sadece. Bu, düşüncenin ve arzunun kesiştiği yerde kurulan bir varoluş biçimidir. Belki bir gün, onun defteri de bir başka mimarın eline geçer. Bir başka çizime, bir başka rüyaya dönüşür.