Kent ve Müzeler
Trafik, kötü hava, kalabalık gibi büyük sorunları bünyesinde barındıran metropollerin en büyük avantajı nedir diye sorsalar, ben sanata, müzeye, bienale erişiminin kolay olması derim sanırım. Bizim ülkemiz adına söylüyorum elbette ama havası güzel bir Ege kasabasında veya trafik sorunu ile günün hiçbir saatinde karşılaşmayacağınız bir Anadolu kentinde müzeleri, sanat aktivitelerini, kente gelen bienalleri metropoldeki kadar ıskalamanız mümkün olmayabilir.
Yoğun bir dönemdi, kurumsalda çalışmaya başladığım ilk yıllardı. İki mesaili iş gününün peşine sıkıştırmak için çabaladığım bir biletti. Ama tempoya, kentin karmaşasına, trafiğine rağmen bu kente, buranın kentlisi olmaya ilk kez sesli bir şekilde iyi ki demiştim. Bu gerçek bir keşifti çünkü Marcel Proust’un dediği gibi keşif yolculuğu yeni topraklarda aramak değildi aslında, yeni gözlerle görmekti.
Toplu taşıma ile yetişmeye çalıştığım müze ziyaretimde ihtişamlı bir kapıdan girmiştim. Yolun diğer tarafında boğaz ışıl ışıl parlıyordu. Köprü, üzerindeki trafiğe rağmen gözüme kentin aksesuarı gibi görünmüştü. Kapıdan içeri girdiğimde aslında defalarca kez yürüdüğüm korunun içerisindeki o patika yolun bana hatırlattığı gizemi anlatamam. Bir bahar günüydü. Müze öyle şahane bir lokasyondaydı ki bahçesi, avlusu, boğazı selamlayan o üst balkonu, korunun ve avlunun çeşitli lokasyonlarında bulunan sanat eserleri yıllardır koşturarak yaşadığım bu şehirdeki yaklaşık on yılımın son bulması gibiydi. Kendim için ayırdığım bu ana bile koşarak gelmiştim ama burası bana tam şöyle söylüyordu. ’Aslında istediğimiz, yaşamamız gereken varmak değildi, yolda olmaktı.’
Sizler böyle gezileri en sevdiklerinizle mi, kalabalık arkadaş gruplarıyla mı yapmayı seversiniz bilmiyorum ama ben hepsinin tadının ayrı olduğuna inanlardanım. Bazen de yalnız çıktığım bu yolculuklarda, kendime sakladığım inciler olurdu ki bu tam da öyle eşsiz bir andı. Kafam karışık halde yürürken girişte çok da önemsemeden aldığım broşürde yazanlarla zihnimdeki bazı soru işaretleri yanıt bulmuştu. Şöyle yazıyordu: ‘Sakıp Sabancı Müzesi, önde gelen uluslararası sanatçı Anish Kapoor’un Türkiye’deki ilk kapsamlı sergisine ev sahipliği yaptı.’
Anish Kapoor
‘Sanata yön veren sanatçı’ olarak tüm dünyada bilinen bir sanatçıydı Anish Kapoor. 1954’te Hindistan’ın Mumbai kentinde doğan Anish Kapoor, yetmişlerin sonlarından beri Londra’da yaşamaktaydı. Eserleri, New York’taki Museum of Modern Art’tan Londra’daki Tate’e kadar dünyanın en önemli koleksiyonlarında ve müzelerinde kalıcı olarak sergilenmekteydi. Bu kent, müzeler bizi dünya ile kavuşturuyordu. Farklı coğrafyalara, farklı birikimlere, farklı düşüncelere ev sahipliği yapıyordu adeta. Çok fazla materyalist bulmazsanız bizim için fırsat maliyetinin minimumda tutulduğu bir kültür turuydu bu. Dünya’nın bir yerlerinde var olanı, farklı insanların kendi düşünceleriyle değerlendirdiğini alıp bize getirmekti müzenin bizler için yaptığı ev sahipliği. Bu bilinçle değerlendirdiğim için Sakıp Sabancı Müzesi’ni de, Anish Kapoor’u da asla unutmam. Nerede yolumuz kesişse o güne dönerim.
Türkiye’deki ilk kapsamlı sergisiydi Anish Kapoor’un. …ama şahaneydi. Sanat eserleri galeriden bahçeye taşmıştı. Sir Norman Rosenthal’in küratörlüğünü yaptığı sergide, sanatçının mermer, kaymaktaşı gibi malzemelerle yapılan, çoğu daha önce sergilenmemiş taş eserlerine odaklanan ilk sergisi olma özelliğini taşıyordu. Gök Ayna ve Sarı gibi heykel, mimari, mühendislik ve teknolojiyi bir araya getiren ikonik eserleri içeren sergi, Sakıp Sabancı Müzesi’nin mimarisi içerisinde ışıldıyordu. Doğduğu coğrafyanın renklerini, yaşadığı kentin modernliğiyle birleştirmiş ve bizim kentimize getirmişti.
Anish Kapoor için renk vazgeçilmezdi. Sözü olmayan, deneyimi olan gerçek ve hisle doğrudan kurulan bir dildi. Rengi bir nesnenin yüzeyini kaplayan bir malzeme olarak görmüyordu, rengi nesnenin özü, nesnenin içindekinin keşfi olarak görüyordu. Renk ve pigment içerisinde var olan güzelliğe odaklanınca ilüzyonun, sanatın bir parçası olduğunu ifade eden bir algı oluşturmuştu. Bu fikirler, pigment bazlı heykellerinde üç boyutlu formlarının açılarını ve düzlemleri kullanarak ilüzyonlara teşvik etmişti. Burada da aslında uluslararası düzeyde sanatına ün katan yaklaşımının çıkış noktasını bulmuş ve akılcılık ve algı fikirlerine meydan okuyan büyük ölçüde, tek renkli, eğrisel formları ve yansıtıcı yüzeyleriyle, anıtsal ölçekte yüzlerce eserine ortaya koymuştu.
Müzenin bahçesinde gökyüzünü üzerinde yansıtan, amorf şekilli, biblo gibi duran anıtsal eser paslanmaz çelik yüzeyiyle adeta bütün ana fikri özetliyordu. Bu anıtsal yapı amorf formunun büyüleyici etkisiyle ziyaretçileri kendine çekerken müzenin, bahçenin, gökyüzünün arkasında beliren her türlü nesneyi, figürü ya da olayı bir sanat eserine dönüştürerek, kendi içinde yeni bir dünyanın kapılarını aralıyordu. Tıpkı bu kentin müze yapıları gibi.
Tüm kaosa, tüm karmaşaya rağmen kapısının önüne geldiğinizde dahi size içine çeken, tüm dünyanın birikimini bir anda önünüze seren müzeler gibi.
Müzeler Haftası’nın etkisiyle geçmişe yaptığım bu yolculuktaki eşliğinize çok teşekkür eder, bahsi geçen şahane müzeyi merak edenler için linkini aşağıya bırakırım:
Dünyaya açılan kapımız çok olsun.