Her şey bir karanlık odada başladı. Kamera obscura, ışığın küçük bir delikten geçip dış dünyayı ters yansıttığı bir mucizeydi. Boyutları başlangıçta küçüktü; bir masa üstüne sığacak kadar basit. Zamanla odaların tamamı karanlık bir kutuya dönüştü. Leonardo da Vinci, Johannes Vermeer ve Canaletto gibi sanatçılar bu sihirli kutunun büyüsüne kapılmıştı.

Karanlık odanın tekniği ise basitti: Işık, küçük bir delikten geçip karanlık bir yüzeye düşüyor ve dış dünyayı ters çevrilmiş bir şekilde yansıtıyordu. Ancak ortada hala kalıcı bir iz yoktu. O dönemler için sadece bir hayaldi; zamanı durdurmak henüz mümkün değildi.

Statü, Sabır ve Biraz da Ego
Fotoğrafın olmadığı çağlarda portreler vardı. Kim mi yaptırıyordu? Tabii ki gücünü sergilemek isteyenler; krallar, soylular, devlet adamları… Saatlerce hareketsiz durmak mı? Bu bir sabır göstergesiydi. Ressamlar arasında Hans Holbein ve Diego Velázquez gibi isimler ön plandaydı. Ama işin içinde sadece sabır yoktu; bu portreler, ölümden sonra bile var olma arzusunun bir yansımasıydı.

İlk Kare ve 8 Saatlik Bekleyiş
Sonra bir gün, 1826’da, Nicéphore Niépce dünya tarihine adını yazdırdı. “Le Gras’taki Pencereden Görünüş” adlı ilk kalıcı fotoğrafı çektiğinde 8 saat geçmişti. Evet, 8 saat! Güneş gökyüzünde hareket etmiş, gölgeler yer değiştirmişti. Louis Daguerre ile yolları kesiştiğinde ise işler biraz hızlandı. Dagerotip yöntemi sayesinde birkaç dakika içinde görüntü sabitlenebiliyordu. Büyük bir gelişmeydi ama hâlâ fotoğraf çektirmek herkesin harcı değildi.

İlk fotoğraf: “Le Gras View From Window” / Nicephorus Niepce – 1826
Kimler Poz Veriyordu?
Başta sadece zenginler ve soylular bu lükse erişebiliyordu. Koca bir makinenin önünde saatlerce kıpırdamadan durmak kolay iş değildi. Ama işin tuhaf tarafı şu ki, insanlar öldükten sonra bile fotoğraflanıyordu. Post-mortem fotoğrafçılık, sevdiklerini sonsuza dek hatırlamak isteyenler için garip bir trend haline geldi.
Tab Etmekten Dijitale
Derken 1888’de George Eastman çıktı sahneye. Kodak’ı kurdu ve devrim niteliğinde bir slogan ortaya attı: “Siz düğmeye basın, biz gerisini hallederiz.” Rulo film, anı yakalamayı sıradan insanların hayatına dahil etti. Tab etmek, fotoğrafları somutlaştırdı ancak dijital çağ, bu süreci tamamen değiştirdi. Artık beklemeye gerek yoktu; her şey bir tıkla hazırdı.7

Hareket Başlıyor: Sinemaya Giden Yol
Fotoğraflar harekete geçmek istedi. Thomas Edison ve William Kennedy Laurie Dickson’ın kineteskopu, hareketli görüntülerin ilk adımıydı. Kareler hızlandırıldı ve birbiri ardına sıralanınca hareket yanılsaması ortaya çıktı.

20. yüzyılın başlarına ait bir film projektörü
Ardından Lumière Kardeşler’in 1895’teki ünlü gösterisi “Trenin Gara Girişi” geldi. İnsanlar kaçıştı, bağırıştı; çünkü bir trenin üzerlerine geldiğini sandılar. Sinema, fotoğrafın doğal bir uzantısı olarak doğmuştu.
Berger ve Cary’nin Gözünden Bakmak
John Berger, “Görme Biçimleri”nde her fotoğrafın bir hikaye anlattığını, bir bakış açısı taşıdığını söyler. Bir anı sonsuza dek durdurmak, aslında zamanı alt etmek değil midir? Jonathan Cary ise “Gözlemcinin Teknikleri”nde fotoğrafçıyı bir yönetmen olarak tanımlar. Sahne hazırdır, ışık ayarlanır ve bir tuşla hikaye başlar.

Anıdan Öte Bir Hikaye
Kamera obscura’dan dijital çağın akıllı telefonlarına kadar uzanan yol, aslında insanın hep aynı şeyi istemesiydi: Zamanı durdurmak. Ama belki de Berger’in dediği gibi, her fotoğraf sadece bir anı değil, bir hikayeyi sonsuza dek taşır. Ve bizler, bu hikayelerin içinde kendimizi buluruz.