İNCELEME | ‘EV’İN İMKANSIZ ARZUSU

Bir evin kapısından içeri adım attığınızda gördüğünüz şey aslında yalnızca odalar ve eşyalar değildir; o mekan, başkalarının hayallerinden süzülüp gelmiş imgelerle çoktan doldurulmuştur. Reklamlardaki mutfak düzeni, dergilerdeki oturma odası ışığı, filmlerdeki pencere manzarası… Hepsi, “ev” dediğimiz kavramın üzerine ince bir sis gibi çöker. Bu yüzden bazen, içinde yaşadığımız yerden çok, kafamızdaki o eksiksiz ve pürüzsüz taslağın içinde oturuyoruz.

Le Corbusier “içinde yaşanılacak bir makine” olarak tanımladı evi. Bu tanımlamayla evin yalnızca dört duvar değil, modernleşmenin önemli simgelerinden biri olduğu kanıksandı. Frankfurt mutfağı, montaj hattının mutfağa taşınmasıydı; Beecher ve Gilbreth’in ev planları, Taylorist zaman-hareket analizinin gündelik yaşama sızmasıydı. O dönemde amaç, evi daha verimli, daha temiz, daha ölçülebilir bir yer haline getirmekti. Ama modern mimarlığın bu rasyonel hamleleri, farkında olmadan başka bir şeyi tetikledi: Ev, bir arzu nesnesine dönüştü.

Dergilerde Parlayan Bir Hayal

Savaş sonrası yıllarda Amerika’nın banliyöleri, orta sınıf için güvenli ve düzenli bir yuva hayalini temsil etmeye başladı. Prefabrik evler, reklam sayfalarında tereyağı paketleri olarak pazarlanıyordu: “Hazır, kolay, ölçülü.” Woman’s Home Companion dergisinin 1935 sayısında yer alan ilan, bunu büyüleyici bir kesinlikle dile getiriyordu: “Evinizi, bir paket tereyağını aldığınız gibi alabileceğinizi hayal edin.”

Bu, yalnızca mimari değil, bir yaşam biçimi vaadiydi. Mahremiyetin, konforun ve toplumsal statünün paketlenmiş hali. Ancak bu “hazır ev” imgesi, her zamankinden fazla ulaşılmaz bir fanteziye dönüştü. Çünkü dergilerdeki o fotoğraflar, gerçek yaşamın karmaşasını, eksikliklerini, uyumsuzluğunu asla göstermezdi.

Sinemada ve Sanatta “Ev”

Buster Keaton’ın 1920 tarihli One Week filmi, prefabrik ev mitini zekice ortadan kaldırır. Talimatları karışan çiftin evi, bir türlü düzgün kurulamaz; sonunda bir tren tarafından ortadan ikiye bölünür. Bu komik trajedi, aslında modern ev fikrinin kırılganlığını açık eder.

Gordon Matta-Clark ise, 1970’lerde banliyö evlerini literal olarak keserek, ideal ev fikrini fiziksel olarak yaralar. Splitting projesinde, bir evi ortasından ikiye ayırır; ortaya çıkan boşluk, modern konutun hem duygusal hem mimari kırılmasını temsil eder. Bu, yalnızca bir sanat jesti değil, modern bireyin “yuva”yla olan sorunlu ilişkisine dair bir metafordur.

Ev Neden Ulaşılmaz?

Evin yalnızca bir fiziksel mekân değil, aynı zamanda bir zihinsel ve duygusal inşa olduğu düşünülür. Modernleşme, bu inşayı “rasyonelleştirme” iddiasıyla standartlaştırdığında, ev, bağlamından kopar. Mahremiyet, köklenme ve süreklilik yerine; esneklik, taşınabilirlik ve modülerlik öne çıkar.

Bugün baktığımızda, asıl ironiyi burada buluyoruz: Modern dünyanın evi “daha ulaşılır” hale getirme çabası, onu daha da erişilmez bir hayale dönüştürdü. Kataloglardan seçilen, Instagram’da kaydırılan, Netflix dizilerinde arka plan olarak görülen o evler, sahip olma ihtimalimizden çok, arzu nesnesi olarak varlıklarını sürdürüyorlar.

Banliyö evi, yüzyılın ortalarında Amerikan rüyasının bir simgesiydi. Ancak bu rüya, sınıfsal sınırların, ekonomik güvencelerin ve homojen toplulukların üzerinde yükseliyordu. Çimlerin simetrik kesildiği, posta kutularının aynı model olduğu, komşuların birbirine benzediği bu mahalleler, steril bir mutluluk illüzyonunu besliyordu. Fakat küreselleşme ve ekonomik eşitsizlikler, bu mitin altını oydu. Artık o evler, çoğu insan için yalnızca bir dergi kapağında var olan ikonografik modeller.

Dijital Arzular

2020’ler, evin anlamını yeniden tanımlayan bir dönem oldu. Pandemi, evleri ofise, okula, stüdyoya dönüştürdü. Aynı zamanda, gayrimenkul fiyatlarındaki artış, “ev sahibi olma” hayalini birçokları için tamamen erişilemez hale getirdi.

Artık “ev”i Pinterest panolarında, Airbnb fotoğraflarında, YouTube “house tour” videolarında tüketiyoruz. Yani ev, tıpkı pahalı bir saat ya da sanat eseri gibi, sahip olunmaktan çok sergilenmek için var.

Sosyologların dediği gibi, bu durum zihinsel evsizlik halini besliyor: Fiziksel olarak bir evde yaşarken, zihinsel olarak oraya kök salamamak. Ev, fiziksel bir barınaktan çok, sürekli peşinden koştuğumuz bir ideal haline geliyor.

Ve Pazar Sabahı… 

Gazetenin pazar ekinde o reklamlarla karşılaşırken, belki de en önemli soru şu: O hayalimizdeki evi gerçekten istiyor muyuz, yoksa onu isteme duygusunu mu seviyoruz?

Belki de asıl arzumuz, evi elde etmek değil, onu aramaya devam etmek. Çünkü o arayış, modern hayatın karmaşasında bize bir yön, bir anlam veriyor.

 

Daha fazlası