Yaşama alanlarımızı, yazlıklarımızı, mevsimlik konfor alanı da dediğimiz ikincil konutlarımızı nasıl özenle kurguluyorsak, ofislerimizi de artık sadece “çalışma mekânı” olmaktan çıkarıp yaşayan, dönüşen, nefes alan alanlar olarak tasarlamaya başladığımız günlerdeyiz. Son birkaç yıldır ofis alanlarına yönelik gözlemlediğim en temel şey şu ki: İnsanlar sadece çalışacakları alanları kabullenmiyor, aslında sadece çalışmak istemiyor. Düşünmek, hissetmek, üretmek ve bununla beraber de iyi hissetmek istiyor. Bu yüzden bir mekân tasarlarken “fonksiyon” ya da “verimlilik” parametrelerinin tek başına yeterli olmadığını daha önceki yazılarımızda da defalarca değerlendirmiştik. Mekân tasarlarken kullanıcının mekânla kurduğu bağa, akışa ve duygusal belleğe de odaklanmak gerekiyor esasında.

Aslında ofis tasarımı bir yaşam senaryosu yazmak gibi, günlük rutine dönüşen bir döngüyü yanıtlamak gibidir. Sabah geldiğimizde bizi ne karşılıyor? Göz hizamızda ne var? Ses nasıl yayılıyor ya da nasıl duyuluyor? Işık duvara nasıl vuruyor? Bütün bunların teknik olarak çözülmesi gerekliliğinin yanı sıra, tamamı konforun da bütünleşik bir parçası haline gelmektedir. Çünkü tasarım kriterleri olarak sıraladığımız her bir madde, o ofiste geçirilen günün ritmini, modunu, hatta karar alma hızını bile etkileyebiliyor. Ve şunu artık çok net biliyoruz ki; insan ne kadar iyi hissederse, o kadar üretken olabilir.

Doğal Malzemenin İçtenliği
Ofis projelerinde yıllardır konuşulan asıl başlığı daha net tanımlayan konu; dokudur aslında. Malzemenin dokusu, hissi, gerçekliği mekânı hissetmemizde ilk karşılaşılan parametredir. Ahşabın samimiyeti, ketenin filtresizliği, taşın ağırlığı… Bunlar sadece malzeme değil, aynı zamanda hissin taşıyıcısıdır. Parlak cilalardan, plastik yüzeylerden uzaklaştıkça; doğaya yakınlaştıkça kullanıcı ile mekân arasında daha içten bir bağ kurulur. Gösterişli olmak değil; gerçek olmak, ‘-mış gibi yapmak’ yerine özünü yansıtmak mekânın ilk cümlesidir.
Bu yaklaşımı aslında dünyada da görüyoruz. Örneğin, Google’ın Kaliforniya’daki kampüslerinde kullanılan “biophilic design” yaklaşımı; yani doğayı iç mekâna taşımak, kullanıcıyla mekân arasında güvenli ve huzurlu bir bağ kurarak çalışılan alanı doğa ile sarmalamak, ofis çalışanları için bir mekân algısı değil huzurlu bir çalışma atmosferi kurmanın hedeflendiğinin göstergesidir. İsviçre’nin Zürih kentinde Impact Hub gibi paylaşımlı ofislerde ham ahşap yüzeyler, bitkiler ve taş dokular, bir araya gelmenin samimiyetini güçlendirmektedir. Artık bir masa sadece masa değil; üstündeki çizik, köşesindeki yaşanmışlık izi onu kişisel ve zamansız bir hale getirmektedir. Bu yüzden dünyada son yıllarda ham malzemelerle çalışma, patina ve yaşanmış yüzeyler her gün daha çok tercih edilir hale gelmiştir.

Akış, Katman ve Esneklik
Yeni nesil ofis dediğimizde ilk aklıma gelen şey sabitlikten uzak durmaktır. Masa, sandalye, sabit alanlar yerine akışkan, modüler ve çoğalan çözümler fikrini uyandırıyor ilk etapta. Belki bir gün yüksek tezgâhta ayakta çalışmak isteyeceksiniz, ertesi gün koltuğa yayılıp yaslanmak ya da sadece bir pufa uzanıp düşünerek günlerdir çözemediğiniz sorunu çözmek isteyeceksiniz. Alışılagelmiş kalıplarla düşünerek hemen reddetmeden önce, bir şans verin lütfen; özellikle mimarlar kullanıcıya yaşadığı, çalıştığı, ürettiği alanı tasarlamadığımız sürece tasarıma yeterince alan açmış olabilir miyiz gerçekten?
Katlanabilir yüzeyler, bölünebilen planlar, taşınabilir mobilyalar… Hepsi özgürlüğü destekleyen mimari bir bütünün parçalarını oluşturmaktadır. Danimarka’daki BLOXHUB ya da Hollanda’daki Spaces ofislerinde bu esnekliği net bir şekilde deneyimlemek mümkündür ve yeni nesil ofislerdeki dönüşümün altını çizer. Bu tarz ofislerde bir gün bireysel odak için kullanılan alan, ertesi gün bir ekip atölyesine dönüşerek kullanıcısına katmanlı bir kullanım yelpazesi sunmaktadır. Buna ek olarak, ofislerin artık sadece bireysel değil; ortak düşünceye alan açan sosyal platformlar haline gelmesi de bazen iyi tasarlanmış sohbet köşelerini mini toplantı alanlarına dönüştürmektedir.

Renklerin Duygusal Hafızası
Renk meselesi mimaride hep konuşulan, hep önemli görülen kırılımlardan biriydi; ancak son yıllarda ben bu konuyu daha çok bir ruh hâli düzenleyicisi olarak düşünmeye başladım. Açık toprak tonları, soluk mavi, lavanta gri, yosun yeşili… Bunlar sadece estetik tercihi değil, dingin ve sakin bir ortamı da kurgulayan ilk seçimler haline geldi. Toplantı odasında kullanılan yumuşak bir bej veya sakin bir gri, bir çalışanın dikkatini dağıtmadan saatlerce odaklanmasına yardımcı olabilir desem şaşırmazsınız sanırım.
Dünyada bu konuyu en iyi işleyen örneklerden birinin Londra’daki Second Home ofisleri olduğunu düşünüyorum. İç mekânda kullanılan sıcak turuncular, pastel yeşiller ve doğal dokulu mobilyalarla çalışanlara renk aracılığıyla aidiyet hissi verilmesi hedeflenmektedir. Renk sadece duvarda değil; kumaşta, zeminde, hatta aydınlatmada bile mekânın parçası olarak bütünlük sağlamaktadır.

Görünmeyeni Tasarlamak: Işık ve Ses
İyi tasarlanmış bir ofis bazen en çok “fark edilmeyen” detaylarıyla öne çıkmaktadır. Gün ışığıyla uyumlu aydınlatma, kullanıcıyı sabah ile öğle arasında yormadan taşımalıdır. Aynı şekilde sesin mekân içindeki dolaşımı da en az ışık kadar kritik bir konudur. Akustiği kontrol altına almak, sadece toplantılar için değil, bireysel odak ve ofis içi üretkenlik için de büyük önem arz etmektedir. Örneğin, Berlin’deki Factory Berlin projesinde ortak çalışma alanında kumaş paneller ve ses emici tavan çözümleri kullanılarak hem sosyal alanlarda hem de odak alanlarında dengeli bir ses ortamı sağlanmaktadır. Bu detaylar bazen en çok fark yaratan parametrelerin başında gelir.

2025 itibarıyla ofis dediğimiz kavram artık sadece bir yapı olmanın çok ötesine geçmiştir; ofis, bir dönüşüm, bir atmosfer, bir deneyimdir. Kullanıcının mekânla kurduğu bağ, üretmek ve çalışmak için mekândan sağlayacağı maksimum faydayı alması gereken bir yapılanmadır. Bu da aslında mimari gerekliliğin ta kendisi, tasarımın olmazsa olmazıdır. Bu yüzden sorumluluğumuz sadece iyi bir plan yapmanın çok ötesinde; aynı zamanda o planda kendine yer bulan herkesin kendini değerli, güvende ve üretken hissetmesini sağlayan bir mekân tasarlamaktır.
Şimdi ofisinizi yeniden düşünmek istiyorsanız, önce şöyle bir durun ve düşünün: Ofisiniz size yalnızca çalışmayı mı hatırlatıyor, yoksa yaşadığınızı mı hissettiriyor? Konuştuğumuz parametrelere göre içinde bulunduğunuz ortamı bu gözle puanlayın. Eğer kritik ettiğiniz unsurların çoğu ofisinizde mevcutsa, şanslı bir alan içerisindesiniz. Size üretmek ve çalışmak için kolaylıklar dileriz. Ancak kritikleri karşılayamadığınız bir alandaysanız, iş değiştirmeden önce ofisin fiziki şartlarını değiştirmenizi öneririz.
Herkese iyi çalışmalar dilerim.